“Şimdi merkez bankalarının modelini sorguluyoruz”

Online yatırım uzmanı Saxo Bank’ın global sitesi www.tradingfloor.com ‘un editörlerinden Michael S. McKenna, Saxo Bank Baş Ekonomisti ve CIO’su Steen Jakobsen ile son bir yılı irdeleyen bir röportaj yaptı. Jakobsen, verdiği röportajda, dünyada gerçekleşen gelişmeleri, ekonomi-siyaset ilişkisini ve merkez bankalarının geldiği son noktayı değerlendirdi.

Nisan 2015’te, Saxo Bank Baş Ekonomisti Steen Jakobsen, “yeni hiçlik” olarak adlandırdığı sıfır faiz, sıfır büyüme, sıfır üretkenlik ve sıfır reform politikasının çok fazla ülkede bir başıboşluğa neden olduğu yorumunu yapmıştı. Bu başıboşluğun ekonomik durgunluğa yol açtığını, statükoyu muhafaza etmeyi savunan siyasi sınıfı güçlendirdiğini ve orta sınıf ile siyasi elitler arasındaki uçurumun büyümesine yol açtığını belirtmişti.

Bu saptamaların üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, Jakobsen’e göre mevcut durum değişmedi. Ekonomi ve para politikaları açısından hâlâ “acil durum tedbirleri” ile zaman kaybediliyor. Örneğin Avrupa’da, Avrupa Birliği’nin ikinci büyük ekonomisinin önümüzdeki ay birlikten çıkıp çıkmama oylaması gösterisi var. Amerika’da Demokratların adayı Senatör Bernie Sanders ile Cumhuriyetçilerin önde giden adayı Donald Trump, farklı siyasi görüşlerde olmalarına rağmen, kampanyalarında, imalat sektöründeki düşüşe karşın hisse alım satım krallığındaki mevcut uzlaşmayla yaygınlaşan orta sınıflardaki hayal kırıklığından faydalanıyor.

Liste burada sona ermiyor. Avrupa mülteci krizinden Almanya’nın ve Fransa’nın aşırı sağcı siyasi partilerin yükselmesine, ABD Merkez Bankası’nın politikalarını normalleştirme planlarından Avrupa Merkez Bankası’nın hemen hemen kalıcı teşviklerde süregiden maceralarına kadar, son 12 ay “yeni hiçliğin” kitlelerde hoşnutsuzluğu beslediğini gösterdi. Bu hoşnutsuzluk, gördüğümüz üzere, merkez bankaları yöneticilerinin ve siyasi elitlerin tereddütlerine rağmen kültürel seviyede açığa çıkacak.

Bütün bu gelişmeleri göz önüne alarak, www.tradingfloor.com Jakobsen ile yeni hiçliği, buna karşı tepkileri ve global ekonomi hakkındaki görüşleri üzerine konuştu.

TradingFloor.com: “Yeni hiçlik” tezi sıfır faiz, sıfır büyüme, sıfır reforma dayanıyordu. Fakat bütün bu hiçliğin kültür ve siyasete de yayıldığını ima ettiniz… Bu makro gerçekler insanların hayal güçlerini veya sorunla başa çıkma kabiliyetlerini engelliyor mu?

Steen Jakobsen: Evet, sanırım. Bu yıl, merkez bankalarının daha düşük faizlerin yukarıdan aşağıya etkisi olduğu söylemi ile gerçek durum arasında giderek büyüyen bir uçurum görüyoruz. İnsanlar sıfır faizin; sıfır büyüme, sıfır enflasyon, değişim için sıfır umut ve sıfır reformun bir yansıması olduğunu idrak ediyorlar.

Bir ekonomist ve piyasa gözlemcisi olarak benim fikrime göre, insanlar merkez bankalarından daha akıllı. Daha akıllı oldukları için de siyasi hataları bir süre tolere edebiliyorlar. Çünkü söylem çok güçlü ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ile ABD Merkez Bankası Başkanı Janet Yellen gibi kişiler, sadece konuşmakla kalmayıp sıklıkla da bağırdıkları bu platformlara sahipler ve “güvenilir” kabul ediliyorlar, bu da beni tırnak içinde korkutuyor.

Bu uçurumu, elitlerin ve akademisyenlerin ortalama seçmeni küçümseyerek konuştukları Brexit tartışmasında da görüyoruz. Böyle yaparak hiç kuşkusuz seçmenleri temsilcilerine karşı yabancılaştırıyorlar.

Küresel olarak gördüğümüz de bu, Brezilya’nın cumhurbaşkanını değiştirmesinin, İrlanda’nın %6 büyüme ile hükümetini yeniden seçmemesinin nedeni de bu… Nitekim, bu kararları da seçkinler değil, gerçek ve radikal bir değişime ihtiyacımız olduğunu gören ortalama insanlar verdi.

Saxo Bank, Saxo Marketings, Saxo Capital

TF: Bu yılın başlarında, toplumsal konsensüsün, yönetenlerle yönetilenler arasındaki sözleşmenin bozulduğunu söylediniz. Bu bana, düşen istihdam artışından ödü kopan ve nüfus hareketlerinin bunun üzerine gitmek için kullanılabileceği fikrine kapılmış bir lider sınıfının izlendiği bu yılki Davos toplantısını düşündürdü. Küreselleşme ve etkilerinin halen pek rağbet görmediğini dikkate alarak, 21. yüzyıl liderleri ve yönetilenlerin bazı şeyler üzerinde anlaşmalarının imkânsız olduğunu söyleyebilir misiniz? Toplumsal bir konsensüs artık olanaksız mı?

SJ: Hayır, yeniden tesis edilebilir, fakat sağlam zeminde tesis edilmelidir. Tam da şimdi, düşük faizler formunda her derde deva bir ilacımız ve gidişatın altı ay içinde bir şekilde düzeleceği düşüncemiz var. Bu geri alım programlarına, motivasyon eksikliğine ve sözünü ettiğiniz diğer gelişmelere yol açtı. Toplum olarak, üretkenliğin ortalama eğitim seviyesini yükseltmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. İnsanlar bütün devrimci eğilimlerin, tarihte gördüğümüz değişimlerin temel araştırma yoluyla geldiğini unutuyorlar. Kâr amaçlı araştırmayı değil, bir bireyin belirli bir konunun çok küçük bir alanına duyduğu özel ilgiyi kastediyorum. Yeni buluşları yaratan budur.
Genellikle unuttuğumuz ikinci husus, birçok endüstriyel devrimin arkasında ordunun bulunduğudur. Örneğin mobil telefon hizmetlerinin özel şirket veya kişilerle hiçbir ilgisi yoktu, büyük ölçüde ABD ordusu ile ilgiliydi.

Buradaki temel nokta daha fazla üretken olma ihtiyacımızdır. Eğer herkesin bir işi olursa, toplumsal konsensüsü yeniden müzakere etmeye gerek yoktur, bu kendiliğinden sağlanacaktır.

Dünya her bakımdan elitist oldu. Eskiden, bir şirket kurabilir ve küçük bir franchise oluşturabilirdiniz; şimdi küresel olmak zorundasınız, örneğin eğer bir IT şirketiyseniz milyarlarca kullanıcınız olmalı ve bunun peşinde koşmak, mutlaka en iyi teknolojileri değil, en büyüklerini, en büyük cebe ve en geniş bağlantı ağına sahip şirketlerin desteklediklerini gerektirir.

Eğitim görme olanaklarını demokratikleştirmemiz gerekiyor, çünkü neyin işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz, toplumsal konsensüsün daha iyi eğitim seviyelerini sağlayarak mümkün olacağıdır. Bir ülke veya şirketin ortalama eğitimi ile üretkenliği arasında %80 korelasyon olduğunu gösteren çok fazla çalışma var.

TF: Geçen hafta, 127 milyar dolar tutarında emek ve hizmetin dronlar tarafından sağlanabileceğini iddia eden bir makaleyi retweet ettiniz. “Yeni hiçlikten” kısmen otomasyon ve bunun sonucundaki çalışan sınıf işlerinin yok olması mı sorumlu?

SJ: Her şeyde olduğu gibi burada da iş arz ve talebi arasında bir denge var. Arz tarafında, en azından Batı Avrupa’da, işe ihtiyacı olan insan sayısının 10 veya 20 yıl içinde daha az olacağını dikkate almalıyız, işgücündeki azalmayı otomasyonla kapatmaya ihtiyacımız var.

Bu muhtemelen, teknolojinin “yeni işler yaratmaktan çok mevcut işleri azalttığı” teknoloji evriminin ilk dönemi. Fakat en sonunda yeni işler yaratacağını düşünüyorum, çünkü üretkenlik artacak.

Buradaki demografik bileşen, gelecekte işgücü piyasalarında daha az arz olacağı, böylece işleri daha verimli ve daha ucuz bir şekilde yapmanın yollarına ihtiyaç duyacağımızdır.

Bu iyi haberdi. Kötü haber, önümüzdeki on yılın çok çok zorlu olacağıdır. Henüz göç ve sığınmacılardan söz etmedik… Mülteciler, işgücü piyasasının net arzına katkıda bulunuyorlar. Ancak dolaylı vergiler, yönetmelikler ve benzeri nedenlerle işverenlerin net talebi çok düşüktür.

Dolayısıyla tekrar, elverişli veya mümkün olana geri dönmeli ve üzerine gitmeliyiz. Örneğin, ben Uluslararası Para Fonu ile çok nadiren aynı fikirde olurum, fakat eğer Almanya negatif faiz oranlarıyla borç alabiliyor ve altyapı yatırımı yapabiliyorsa, bunu neden yapmasın?

Altyapı üretkendir ve daima öyle olacaktır; üretkenlikteki iyileşmeler ise rasyonel önlemlerle olur. Aslında kısa vadede yapılabilecek çok şey var, ama bütün bunların ötesinde insanların daha akıllı ve üretken olmasını sağlamalıyız.

TF: Arz- talepten ve demografik değişimlerden söz ettiniz. Alman şansölyesi Angela Merkel bir milyondan fazla insanın Almanya’ya gelmesine yol açan sığınmacı programını başlatmadan önce, AB bankaları ve düşünce kuruluşlarından çalışma yaşındaki yeni insanların Avrupa’ya katılması için çağrı yapan birçok rapor yayınlanmıştı. Eğer büyüme ve işgücü piyasası sıfırda takılıp kaldıysa neden bu çağrıyı yapıyorlardı?

SJ: Konunun yine iki boyutu var. Örneğin, göç ve sığınmacılar hakkındaki OECD raporuna bakıldığında, Avrupa’ya göç tarihinde bütün göçmenlerin %75’inin bir işe yerleştirildiği ve gelişlerinden itibaren bir yıl içinde üretken vergi mükellefleri haline geldikleri görülüyor. Eğer bu %75’lik entegrasyon oranı muhafaza edilirse, işçilerin zayıflayan bir demografik ortama katılmaları anlamında göç çok büyük canlanma sağlayacaktır. Bunlar, çok uzun zamandır çok fazla homojen olmuş bir kıtaya renk ve çeşitlilik getiren genç, girişken, çok kültürlü insanlar.

TF: Ama halen pek tutulmayan şey tam da bu farklılık değil mi, sağ kanat milliyetçiliğini ve diğer benzer hareketlerin yükselişini körükleyen şey bu değil mi?

SJ: İnsanlar değişimden daima korkarlar. Bizler bugünün düne çok benzemesini isteyecek şekilde programlanmışız. Büyük arzularımız yok. Öte yandan, insanlar kendilerine meydan okunduğunda gelişirler. Sığınmacılar hakkındaki siyasi söylem şimdi ortaya koyduğunuz senaryoyu izleyebilir, ama bir ekonomist açısından şu çok açıktır: Göç olumludur.

Hiç kuşkusuz, çok kısa bir süre içinde bunun çivisi çıkabilir. Eğer şimdi, tartışmayı sürdürmek adına, maksimum göçmen sayısının önümüzdeki 10 yıl için 3 milyon olacağını bilseydik, o zaman Avrupa bu insanları kolayca benimseyip işe yerleştirebilirdi. Problem, halen elimizde sonsuz bir sayı olması ve bunun siyasi yelpazedeki bir sorun olarak görülmesinde, bu ekonomik bir sorun değil.

Ampirik olarak sığınmacıların olumsuz olduğunu kanıtlayan hiçbir şey yok. Sosyal kumaşa meydan okuyabilir, siyasi yelpazeye meydan okuyabilirler. Belli sorunlar yaşanabilir ama hayatta hiçbir şeyin biraz sıkıntı olmadan gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. Sanırım daha iyi olmak için sıkıntıya katlanmak gerek.

TF: Siyasi yelpazenin genişlemesinden söz ettik, fakat özellikle kitlelerin FN, AfD ve Donald Trump’ın aşırı sağ politikalarına daha eğilimli olduğunu düşünüyorum. Kitlelerin bu desteği, küreselleşmenin (NAFTA, TPP, Çin üretimi vb ile) ABD’li işçilere zarar verdiği ve çözümünün Trump’ın savunduğu korumacılık olduğu algısından geliyor. ABD’nin korumacı politikaları sahneye koyduğu bir dünya nasıl olur?

SJ: İroni, korumacılığın zaten mevcut olmasında. Ticaret hacmi ve ticaret değeri son 24 aydır çöküyor. Dünya Ticaret Merkezi şemsiyesi altındaki ticaret konuşmalarına bakarsanız, Çin’in dahil olmasından sonra kesinlikle hiçbir şey elde edemediklerini duyarsınız.

Ayrıca, işgücünün bölünmesi anlamında işin çivisinin çıkabileceğine dair pratik ve ekonomik işaretler de var. Eğer cari açığı olan bir ülke, daha zayıf bir kur ya da daha fazla üretken olma yoluyla açığa karşılık verme kabiliyetine sahip değilse, sonunda bir ülkede sonsuz bir açık, bir başkasında ise sonsuz bir fazlanın olduğu bir noktaya gelebilirsiniz. ABD’nin bu fenomenin temel örneği olması, neden Trump’ın arkasında böyle kuvvetli bir rüzgar olduğunun da cevabıdır.

ABD çok uzun zamandır temel olarak göreceli ucuz ithalatla geçiniyor. ABD’de çok fazla sıkıntı var, fakat orta sınıf için sıkıntı Çin’den ithal edilen ürünlerin, Vietnam malı ayakkabıların ve benzerlerinin çok daha ucuz olması gerçeği ile hafifletiliyor.

Trump şu anda iyi vakit geçiriyor. Ama bu onun serbest ticarete karşı korumacılık konusunda haklı olmasından değil, ABD’nin, ülke tüketiminin %70’ini oluşturan düşük ithalat fiyatlarından çok büyük ölçüde yararlandığı döngünün sonunda olmasından kaynaklanıyor. Eğer, durum Trump’ın istediği gibi olsaydı, şimdi yaptığımız satışları, mevcut hisse fiyatlarını göremezdik.

TF: Bu sav, yani korumacı olunmasaydı veya imalat işleri ABD’de kalsaydı, insanların düşük fiyatlara bu kadar bağımlı olmayacakları anlamına gelmiyor mu?

SJ: Bu döngüsel bir tartışma. Gerçek, ABD’nin artık rekabetçi bir üretim tabanı olmadığıdır. Otomotiv gibi bazı endüstrilerde var, fakat otomotiv endüstrisi büyük ölçüde sübvanse ediliyor. Bu durum, ABD’li işçinin işi yapamamasından değil, sadece çok daha pahalı olmasından kaynaklanıyor. Örneğin Nike ayakkabılarını ABD’de üretmekle Vietnam’da üretmek arasındaki fiyat farkı, en iyimser tahminimle, eğer bire 20 değilse bire 10’dur. Eğer spor ayakkabılara 500 dolar ödemeyi kabullenirseniz, Trump’ın modelini benimseyebilirsiniz. Gerçek, hayatta birçok şeyde olduğu gibi, aşırı uçlar arasındaki dengede yatıyor.

Danimarka’daki bir örneğe bakalım: Örneğin ben, ilaç devi Novo Nordisk’in fonlar ve yatırım ortaklıkları ile binalarına yatırdığı paranın bir bölümünü, neden dünya için iyi olabilecek bir şeye –mesela penisilin gibi – yatırmadığını, temel araştırmalarda kullanmadığını asla

anlamıyorum. Elbette bundan bir kâr elde edemeyecekleri için bu tür yatırımlar yapmıyorlar, fakat araştırmalardan onlara yeni bir ürün kazandırabilecek bir şey çıkabileceği gerçeğini göz ardı ediyorlar.

Dünyada herkes bir numara olmak istiyor. Sosyal kontratın (toplumsal konsensüs) altında yatan bağdaşık inancı kaybettik. Tarihsel olarak, toplumsal konsensüs oluşturmanın en başarılı örnekleri iyi huylu krallıklarda, karmaşık bürokrasi sınıfını ve sert bir muhalefeti tolere eden rejimlerde görülmektedir. Yani her iki tarafa da ihtiyacınız var ve işte bu yüzden aşırı sağ ve aşırı solun yeni bir yelpaze, yeni bir orta zemin yaratmasından, yeni bir ortak zeminde buluşmasından, dengeden bahsediyorum.

TF: Son olarak, süregiden acil durum tedbirlerinin sağlıksız olduğunu ve merkez bankalarıyla geldiğimiz durumu eleştiriyorsunuz. Fakat gerçekleşmiş tek ABD faiz artırımının arkasından, ABD’de normalleşme söyleminden büyük ölçüde geri adım atıldığını gördük. Eğer süregiden acil durum tedbirleri sağlıksızsa ve dünyanın tartışmalı şekilde en büyük ekonomisi normalleşme yolunda saplanıp kaldıysa, merkez bankaları ne yapabilir?

SJ: Hiçbir şey yapamazlar. Hiçbir şey yapmamalılar. Çekip gitmeliler. Dünyanın ilk merkez bankası olan İngiltere Merkez Bankası’nın kuruluşundan önceki parasal tarihe bakarsanız, o zamanlar ekonomik döngülerin daha istikrarlı olduğunu görürsünüz. İngiltere Merkez Bankası’nın ve FED’in 102 yıl önceki kuruluşundan beri, bir yukarı bir aşağı giden iş döngüsünde artış görürüz. Sorun, oransal para sisteminin krediye erişim üzerine kurulmuş olmasında ve bu sistemde kredi üreten yegâne kuruluşların bankalar olmasındadır.

Merkez bankaları bir elleriyle bu kuruluşları hayatta tutarken, diğer elleriyle onları boğuyor. Sonuç, bu sene gördüğümüz gibi, daha genel endekslere göre düşük performans gösterdikleri, böylece piyasaya girerek daha fazla para kazanma kabiliyetlerinin azalmış olmasıdır. Merkez bankalarının başlattığı kötücül bir negatif döngü var. Elbette onlar tek başlarına suçlu değil, merkez bankacıları para politikasının kendi başına işleyemeyeceğini, mali teşviklerin de gerektiğini söyleyerek bu görüşe karşı çıkabilirler fakat bunların hepsi kuru gürültüdür. Toplumların hayatta kalma yolu insanların üretken olabildiği yapılar yaratmaktır. Bu, yine, temel araştırmaya, o da genel eğitim seviyelerine dayanır.

Bütün eleştirilerimde haksız olabilirim, ama insanlara teşvikler verirseniz ve onları eğitirseniz daha üretken olacaklarını söylemekte haklıyım.

Bu görüşmeyi geleceğe çok olumlu baktığımı söyleyerek bitireyim. Yeni hiçliğe gelen tepkilerin, son 10 yılın en iyi haberi olduğunu düşünüyorum, çünkü artık insanlar toplumsal konsensüs hakkında soru soruyorlar. Yani şimdi merkez bankalarının modelini sorguluyoruz. Bu, çocuklarımızın daha iyi eğitimli olacağı, bilgiye daha fazla erişimleri olacağı ve umarım
gelecekte politikacıların hem arz hem de talep durumlarını planlayacakları daha iyi uygulamalar göreceğimiz anlamına geliyor.

Ekovizyon

Facebook Comments

POST A COMMENT.